Hâtim-i Esam


HÂTİM-İ ESAM

Evliyânın
büyüklerinden. Adı Hâtim bin Anvân bin Yûsuf el-Esam, künyesi Ebû
Abdurrahmân’dır. Belh’te doğmuştur. Doğum târihi belli değildir.
Hâtim-i Esam, Şakîk-i Belhî’nin talebesi, Ahmed-i Hadraveyh’in
hocasıdır. 852 (H.237) senesinde Belh’in bir nahiyesi olan Mâhcer’de
vefât etmiştir.


Kendisine “Esam” (sağır) denilmesinin
sebebi şudur: “Birisi onunla konuşurken kazayla yellendi. Hâtim-i Esam
o şahıs utanmasın diye;”Yüksek sesle konuş, ancak yüksek sesle
konuşulanları duyabiliyorum” dedi ve bu hâlini o kişinin ölümüne kadar
kırk yıl sürdürdü. Bu yüzden ona Esam denilmiştir.


Âkıl bâliğ olduğu andan îtibâren, Şakîk-i
Belhî’nin sohbetlerine devâm etti. Onun talebesi oldu. Şakîk-i
Belhî’den İslâm ilimlerini öğrenerek âlim oldu.


Bir gün Şakîk-i Belhî, Hâtim-i Esam’a
sordu: “Ne kadar zamandır buraya geliyor, beni dinliyorsun?” “Otuz üç
sene.” “Bu kadar zaman içinde benden ne öğrendin, neler istifâde
ettin?” “Sekiz şey istifâde ettim.” dedi. Şakîk, bunu duyunca;
“Yazıklar olsun sana ey Hâtim! Bütün zamânımı sana harcadım, senin ise,
sekiz şeyden fazla istifâden olmamış.” diye çok üzüldü. Hâtim; “Ey
hocam, doğrusunu istiyorsan, böyledir. Bundan fazlasını zâten istemem.
Bana bu kadar yetişir. Çünkü, dünyâda ve âhirette felâketlerden
kurtulup ebedî saâdete kavuşmanın, bu sekiz bilgi ile olacağını iyi
biliyorum.” dedi. Hocası; “Söyle bunları ben de anlayayım.” buyurunca;


Hâtim; “Ey hocam! Birincisi, insanlara
baktım, herkes bir şeyi seçmiş, onu sevmiş gördüm ve bu sevgilerin
çoğu, onlara ölüm yatağına kadar, bâzıları öldüğü vakte kadar, bâzıları
da mezara girinceye kadar, arkadaşlık ediyor ve sonra onları yalnız ve
zavallı olarak bırakıp ayrılıyorlar. Onunla berâber kimse mezara
girmiyor, dert ortağı olmuyor. Bu hâli görünce, düşündüm ve kendime
dedim ki, dünyâda öyle dost seçmeliyim ki, mezara benimle gelsin, bana
orada arkadaşlık etsin. Aradım, taradım, Allahü teâlâya yapılan
ibâdetlerden başka, böyle sâdık bir sevgili bulunmadığını gördüm. Dost
olarak onları seçtim ve onlara sarıldım.” dedi.


Şakîk, bunu duyunca, çok güzel yapmışsın
yâ Hâtim, çok doğru söylüyorsun, ikinci faydayı da söyle, anlıyayım
dedi.


Hâtim dedi ki: Ey hocam! İkinci faydam;
insanlara baktım, herkesi, arzûları, keyifleri peşinde koşuyor, nefsin
istekleri arkasında yürüyor gördüm ve şu âyet-i kerîmeyi düşündüm: “Allahü
teâlâdan korkarak nefslerine uymayanlar, elbette Cennet’e
gideceklerdir”.
Çok düşündüm. Kur’ân-ı kerîmin baştan başa doğru
olduğunu, bilgilerimle, tecrübelerimle, aklımla, vicdânımla anladım ve
tâm inandım. Nefsimi düşman bilerek, ona aldanmamaya, uymamaya karar
verdim ve mücâdeleye başladım. Nefsimin arzu ve isteklerini yapmadım.
Nihâyet teslim olarak, ibâdetlerden kaçan o nefsin, şimdi Allahü
teâlâya itâata koştuğunu, isteklerden vazgeçtiğini gördüm. Şakîk
bunları işitince, Allahü teâlâ sana iyilikler versin, ne güzel
yapmışsın, üçüncü faydayı da söyle dinleyeyim dedi.


Hâtim dedi ki, üçüncü faydam, insanların
hâline baktım, herkes dünyâda bir sıkıntıya girmiş, böylece dünyâlık
toplamağa uğraşıyorlar gördüm, sonra şu âyet-i kerîmeyi düşündüm: “Dünyâ
malından, sarıldığınız, sakladığınız her şey, yanınızda kalmıyacak,
sizden ayrılacaktır. Ancak Allah rızâsı için yaptığınız iyilikler ve
ibâdetler sizinle beraber kalacaktır.”
Dünyâ için topladıklarımı,
Allah yolunda harcadım, fukarâya dağıttım. Yâni bâkî kalmaları için,
Allahü teâlâya ödünç verdim. Şakîk bu sözleri işitince, ne güzel
yapmışsın ve ne güzel söylüyorsun yâ Hâtim, dördüncü faydayı da söyle
dinliyeyim dedi.


Hâtim dedi ki, dördüncü faydam; insanlara
baktım, herkesin başkalarını beğenmediğini gördüm. Buna sebeb,
birbirlerine hased etmeleri, birbirlerinin mevkilerine, mallarına ve
ilimlerine göz dikmeleri olduğunu anladım ve şu âyet-i kerîmeye dikkat
ettim: “Dünyâdaki maddî, mânevî bütün rızıklarını aralarında taksim
ettik.”
Herkesin ilim, mal, rütbe, evlâd gibi rızıklarının, dünyâ
yaratılmadan evvel, ezelde taksim edildiğini, kimsenin elinde bir şey
olmadığını ve çalışmağı, sebeblere yapışmayı emrettiğinden, O’na itâat
etmiş olmak için, çalışmak lâzım geldiğini ve hased etmenin büyük
zararlarından başka, zâten lüzumsuz olduğunu anladım ve Allahü teâlânın
ezelde yaptığı taksime ve çalışınca Rabbimin gönderdiğine râzı oldum.
Bütün müslümanlarla sulh üzere olup herkesi sevdim ve sevildim. Şakîk
bunları işitince, ne iyi yapmışsın ve ne iyi söylüyorsun; beşinci
faydayı da söyle dinliyeyim yâ Hâtim! dedi.


Hâtim dedi ki: Beşinci faydam; insanlara
baktım, birçoklarının insanlık şerefini, kıymetini, âmir, müdür
olmakta, insanların kendilerine muhtâc olduklarını ve karşılarında
eğildiklerini görmekte zannettiklerini ve bununla iftihâr ettiklerini,
öğündüklerini gördüm. Bâzıları da, kıymet ve şeref, çok mal ve evlâd
ile olur sanarak, bunlarla iftihâr ediyorlar. Bir kısmı da insanlık
şerefi, malı, parayı, insanların hoşuna gidecek, herkesi eğlendirecek
yerlere sarfetmektir sanarak, Allahü teâlânın emrettiği yerlere ve
emrettiği şekilde harc edemiyorlar ve bununla öğünüyorlar gördüm ve şu
âyet-i kerîmeyi düşündüm: “En şerefliniz ve en kıymetliniz, Allahü
teâlâdan çok korkanınızdır.”
İnsanların yanıldıklarını,
aldandıklarını anladım ve takvâya sarıldım. Rabbimin affına ve
ihsânlarına kavuşmak için, O’ndan korkarak dînin dışına çıkmadım,
haramlardan kaçtım. Şakîk bunları işitince, ne güzel söylüyorsun yâ
Hâtim, altıncı faydanı da söyle dedi.


Hâtim dedi ki, altıncı faydam; insanlara
baktım, birbirlerinin mallarına, mevkilerine ve ilimlerine göz dikerek,
fırka fırka, parti parti ayrılarak, birbirlerine düşmanlık ettiklerini
gördüm ve şu âyet-i kerîmeyi düşündüm: “Sizin düşmanınız şeytandır.
Yâni sizi, Allah yolundan, müslümanlıktan ayırmak için uğraşanlardır.
Bunları düşman biliniz!”
Kur’ân-ı kerîmin doğru söylediğini
bildim. Şeytanı ve onun gibi müslümanlarla uğraşanları düşman bilip,
sözlerine aldanmadım, onlara uymadım. Onların tapındıklarına tapmadım.
Allahü teâlânın emirlerine itâat ettim. Ehl-i sünnet âlimlerinin
gösterdiği yoldan ayrılmadım. Kurtuluş yolunun, doğru yolun, yalnız
Ehl-i sünnet yolu olduğuna inandım. Nitekim, Allahü teâlâ meâlen; “Ey
Âdemoğulları! Şeytana tapmayınız. O sizin en belli düşmanınızdır, diye
sizden söz almadım mı idi, bana itâat, ibâdet ediniz! Kurtuluş yolu,
ancak budur.”
buyuruyor. Onun için müslümanları aldatmağa
uğraşanları dinlemedim. Muhammed aleyhisselâmın yolunu gösteren Ehl-i
sünnet âlimlerinin kitaplarından ayrılmadım deyince, Şakîk; ne güzel
yapmışsın ve ne güzel söylüyorsun, yedinci faydayı da söyle dedi.


Hâtim dedi ki, yedinci faydam; insanlara
baktım, gördüm ki, herkes yiyip içmek, para kazanmak için uğraşıyor. Bu
yüzden harâm ve şüpheli şeyleri de alıyorlar ve zillete, hakâretlere
katlanıyorlar. Şu âyet-i kerîmeyi düşündüm: “Allahü teâlâ
tarafından rızkı gönderilmeyen yeryüzünde bir canlı yoktur.”
Kur’ân-ı
kerîmin Allah kelâmı olduğunu ve elbette doğru olduğunu ve o
canlılardan biri olduğumu bildim. Rızkımı göndereceğine söz verdiğine,
elbette göndereceğine güvenerek, O’nun emrettiği gibi çalıştım deyince,
Şakîk, ne iyi yapmışsın ve ne iyi söylüyorsun, sekizinci faydayı da
söyle! dedi.


Hâtim, dedi ki, sekizinci faydam;
insanlara baktım, herkesin, bir kimseye veya bir şeye güvendiğini,
sırtını ona dayadığını gördüm. Bâzıları altınlarına, mal ve mülküne,
bâzıları sanatına ve kazancına, bâzıları mevki ve rütbelerine, bâzıları
da kendi gibi bir insana güveniyor. Sonra şu âyet-i kerîmeyi düşündüm: “Allahü
teâlâ, yalnız kendisine güvenenlerin her zaman imdâdına yetişir.”
Her
zaman ve her işimde yalnız Allahü teâlâya güvendim. O emrettiği için
çalıştım, sebeplere yapıştım. Fakat yalnız O’na güvendim. O’ndan
istedim ve O’ndan bekledim.


Şakîk bu sözleri işitince, yâ Hâtim,
Allahü teâlâ, her işinde imdâdına yetişsin! hazret-i Mûsâ’nın
Tevrât’ına, hazret-i Îsâ’nın İnciline, hazret-i Dâvûd’un Zebûr’una ve
hazret-i Muhammed aleyhisselâmın Kur’ân-ı kerîmine baktım. Bu dört
kitabın bu sekiz temel üzerinde bulunduğunu gördüm. Bu sekiz esâsı
ezberleyip bunlara uyanlar, hayatlarını bunların üzerine kuranlar, bu
dört kitaba uymuş, emirlerini yapmış olurlar dedi.


Birgün Belh’deki meclisinde; “Yâ Rabbî!
Bu meclistekilerden bugün kim günah işlemiş, kimin defteri siyah olmuş,
kim günaha cesâret etmiş ise onu bağışla” dedi. Orada mezar açıp,
devamlı kefenleri soyan birisi vardı. Gece olunca, eskisi gibi
kabristana gitti. Bir mezarı açarken mezarın içinden, “Utanmaz mısın
ki, Esam’ın huzûrunda bağışlandın ve şimdi aynı günahı işlersin.”
sesini duydu. Kalktı ve Hâtim’in huzûruna geldi. Başından geçenleri
anlattı ve tövbe etti.


Muhammed Râzî anlatır: “Senelerce Hâtim-i
Esam’ın hizmetinde bulundum. Sâdece bir kere hâriç, hiç kızdığını
görmedim. O da, pazardan geçerken bir bakkal talebesini yakalamış;
“Malımı alıp yedin, parasını ver.” diyordu. Hâtim bunu görünce; “Ey
Efendi! Biraz yardımcı ol, borcunu ödemesi için biraz mühlet tanı.”
dedi. Fakat bakkal “Olmaz” diye dayattı. Bunun üzerine çok üzülen
Hâtim-i Esam, yanında taşıdığı havlusunu yere vurdu. Bir anda pazarın
ortası altınla doldu. Hâtim-i Esam, bakkala; “Alacağın ne kadarsa onu
al, fazlasını alma, sonra elin kurur.” dedi. Bakkal alacağını aldı.
Fakat para hırsından biraz daha almaya kalkınca eli kurudu ve çolak
oldu.


Birisi Hâtim-i Esam’a; “Nasıl namaz
kılarsın?” diye sordu. O da şöyle buyurdu:


“Namaz vakti gelince temiz bir kalb ile
niyet ederek abdest alırım. Abdest uzuvlarımı yıkar, kalben de tövbe
ederim. Sonra câmiye giderim. Mescid-i Harâm’ı gözümün önüne getirir,
Makâm-ı İbrâhim’i iki kaş arasında tutar, Cennet’i sağımda, Cehennem’i
solumda, Sıratı ayaklarımın altında, can alıcı meleği arkamda düşünür,
kalbimi Allahü teâlâya ısmarlar, sonra tâzimle Allahü ekber der,
hürmetle kıyam, heybetle kırâat, tevâzuyla rükû, tazarrû ile (kendini
alçaltarak) secde, hilm ile cülûs (tehiyyattaki oturuş), şükürle selâmı
yerine getiririm. Benim namazım böyledir.”


Hâtim-i Esâm israf konusunda çok titiz
idi. Bir âlimin çok israf ettiğini duydu. Onun evine giderek; “Ben
Acemli bir kimseyim, bana dînimi öğret.” dedi. “Önce ne öğrenmek
istiyorsun?” diye sorunca, Hâtim-i Esâm; “Bana abdest almayı öğret.”
dedi. O zât bütün uzuvlarını sırayla ve üç defa yıkadı. Abdesti
tamamlayınca Hâtim-i Esam; “Ben senin huzûrunda bir abdest alayım da,
benim yanlışlarımı düzelt.” dedi. Hâtim-i Esam abdest alırken kollarına
gelince dörder defâ yıkadı. Bunun üzerine o zât; “Suyu israf ettin.”
deyince, Hâtim-i Esam “Ben nerede israf ettim?” dedi. O zât da; “Kolunu
üç kere yıkayacağın yerde dört defâ yıkadın.” dedi. Hâtim-i Esam da;
“Ben bir avuç suyu israf ettim. Sen ise çok ve güzel şeyleri israf
ediyorsun.” dedi. O zât anladı ki Hâtim-i Esam dînî bilgi öğrenmeye
değil, ders vermeye gelmiş. Evine girdi ve kırk gün kimsenin yüzüne
bakmadı.


Nükteli ve hikmetli sözler söyleyen Allah
dostu Hâtim-i Esam buyurdu ki:


“Dünyâ için üzülmen kötü, âhiret için
üzülmen iyidir.”


“Tövbe; gafletten uyanmak, günahı
hatırlamak, Allahü teâlânın lütfunu, hükmünü zikretmektir.”


“Tövbekâr dört şeyi yapar: Lisânını
gıybetten, yalandan, hasedden, boş sözden korur. Kötü arkadaşlardan
ayrılır. Günahını hatırladığı zaman, Allahü teâlâdan hayâ eder. Ölüme
hazırlanır. Böyle olup da Allah’ın rızâsı dışında iş yapmayan kimseyi,
Allahü teâlâ sever. Şeytandan korur ve Cehennem’den emin kılar.”


“Her söz için doğruluk, her doğruluk için
iş, her iş için de sabır gerekir.”


Hâtim-i Esam hazretlerine; “Bizden bir
kimse nasıl ve ne zaman dünyâya ibret gözü ile bakanlardan olabiliriz?”
diye sorduklarında; “Dünyâda her şeyin sonunun harap, herkesin gideceği
yerin de toprak olduğunu gördüğümüz zaman! Bir kimsenin evinden veya
yakınından bir cenâze çıkar da o kimse bundan ibret almazsa, ona ne
ilmin, ne hikmetin, ne de vâz ve nasîhatın bir faydası olur.”


“Ey kul! Allahü teâlâya isyân ettikleri
için insanlara buğzettiğin halde, kendin Allahü teâlâya isyân edince,
kendi nefsine buğzetmeyişin sende insâfın olmayışındandır.”


Bir kimse Hâtim-i Esam hazretlerinden
nasîhat istedi. Bu kimseye nasîhat olarak şöyle buyurdu: “Eğer dost
istersen Allahü teâlâ kâfi, yol arkadaşı istersen Kirâmen kâtibîn
melekleri yeter. Eğer arkadaş istersen, Kur’ân-ı kerîm yeter. Eğer iş
istersen, Allahü teâlâya ibâdet etmek yeter. Eğer vâz, nasîhat
istersen, ölüm yeter. Eğer bu söylediklerimi kabullenmemiş isen sana
Cehennem yeter.” buyurdu.


“Dilinle doğru söylemeye ve gözünle
(haramdan sakınıp, âleme) ibret nazarı ile bakmaya dikkat et! Allahü
teâlâya sığınarak kendine sâhib ol.”


Bir zâta Hâtim-i Esam; “Nasılsınız.”
dedi. O da; “Selâmet ve âfiyetteyim.” deyince, buyurdu ki: “Selâmet
ancak Sırat köprüsünü geçtikten sonra olur. Âfiyet ise Cennet’te
bulunmandır.”


“Eğer sizde şu üç şey varsa ne âlâ! Şâyet
bu üç şey sizde yoksa, hâliniz harap, çâresiz Cehennem’de yanarsınız.
Birincisi, elinizden kaçmış olan geçmiş günlerinizin hasreti içinde
olmayınız. Çünkü geçmiş günlerinizde yapmış olduğunuz ibâdetlere ne
ilâvede bulunabilirsiniz, ne de günahlar için bir bahâne ve mâzeret
bulabilirsiniz. Şâyet bugün geçmiş günleriniz için mâzeret aramakla
meşgûl olursanız bugünün hakkını ne zaman ödeyeceksiniz. Bugün dünü
düşünmek dünü zâyi etmek olmaz mı? İkincisi; bu günü ganîmet bilip
çalışmak mümkün olduğu kadar tâat ve ibâdet yapmak, haksızlık yapılmış
olan hasımları hoşnut etmek. Üçüncüsü; acabâ yarın kurtulacak mıyım
yoksa mahv mı olacağım diye korkup endişelenmek.”


“Şu üç halde iken seni ölümün
yakalamasından sakın! Kibir, hırs ve böbürlenme halleri. Çünkü Allahü
teâlâ kibirlenen kimseye en miskin kimseden gelen bir zillete
düşürmeden, gururlanan kimseyi aç ve susuz bırakmadan, yemek istediği
bir şeyin boğazından geçmesine mâni olmadan, hırslı kimseyi de idrâr ve
necâsetin içinde bırakmadan bu dünyâdan ayırmaz.”


“Beş türlü kalp vardır. Kalp vardır
ölüdür, kalp vardır hastadır, kalp vardır gâfildir, kalp vardır
mühürlüdür, kalp vardır sapasağlamdır. Kâfirin kalbi ölüdür. Günahkârın
kalbi hastadır. Nasîbsiz kimsenin kalbi gâfildir. Kalbimizde perde
vardır diyerek fenâ iş yapanın kalbi de mühürlüdür. Allahü teâlâdan
korkup dâimâ ibâdette bulunan kimsenin kalbi de sağlam olan kalptir.”


“İnsanlara ilim öğretip, insanlar
ondan öğrendikleri ilim ile amel ettikleri halde kendisi amel etmeyen
kimse, kıyâmet günü pişmanlığı en çok olan kimsedir.”


“Dört şey olmadan, dört şeyi iddiâ eden
yalancıdır. 1) Allahü teâlânın haram kıldığı şeylerden sakınmadan,
Allahü teâlâyı sevdiğini iddiâ eden, 2) Fakirleri yoksulları aşağı
görerek, Resûlullah efendimizi sevdiğini iddiâ eden, 3) Elinden geldiği
halde fakirlere sadaka vermeyerek, Cennet’i sevdiğini iddiâ eden, 4)
Günahlardan sakınmadığı halde, Cehennem ateşinden korktuğunu iddiâ eden
yalan söylemiştir.”


Cimri birinin hastalandığı zaman sadaka
dağıttığını görünce; “Allah’ım bu kulunun hastalığını devâm ettir.
Çünkü bunun böyle sadaka dağıtması, kendi günahları için keffâret,
fakirler için de daha faydalı olmaktadır.” diye duâ etti.


“Şu üç halde kendine dikkat etmeyi vazîfe
bil: Bir iş yaptığında Allahü teâlânın seni gördüğünü aklından çıkarma.
Bir şey söylediğin zaman, Allahü teâlânın duyduğunu hiç unutma. Sükût
ettiğin zaman da Allahü teâlânın senin halini ve nasıl sükût ettiğini
bildiğini dâimâ hatırında tut.”


GÜZEL KILINAN NAMAZ

Rebâh bin el-Hirevî şöyle anlatır: Îsâ
bin Yûsuf, bir mecliste konuşan Hâtim-i Esam’a uğradı ve şöyle sordu:
“Ey Hâtim! Sen namazını güzel kılıyor musun?” Hâtim, “Evet” dedi. O;
“Nasıl kılıyorsun?” diye sordu. Hâtim şöyle buyurdu: “Emre uyuyorum,
korku ile yürüyorum, niyetle giriyorum, büyük bilip tekbir alıyorum,
tertil ve tefekkürle okuyorum, huşû ile rükû ediyorum, tevâzu ile secde
ediyorum, tam teşehhüd içinde oturuyorum, sünnete göre selâm veriyorum
ve selâmı Allah’a hâs kılarak veriyorum. Namazımın kabûl
olunmayacağından korkarak, korkuyla nefsime dönüyorum. Ölene kadar onu
muhâfaza ediciyim.” Bunun üzerine Îsâ bin Yûsuf; “Sen namazını güzel
kılıyorsun.” buyurdu.


ÜÇ ŞARTIM VAR

Şöyle naklederler: “Birisi bir gün
Hâtim-i Esam’ı evine dâvet etmişti. Fakat kabûl etmedi. Isrâr edince
ona: “Gelirim ama üç şartım var. Nereye istersem oraya otururum.
İstediğimi yerim. Ne dersem onu yapacaksınız.” dedi. Adam kabûl etti.
Hâtim-i Esamdâvet edenin evine gitti ve ayakkabıların konulduğu yere
oturdu. Senin yerin orası değil dediklerinde, “Ben önceden şart
koştum.” dedi. Sofra gelince, yanında getirdiği ekmeği çıkarıp yedi.
Efendim buradan yiyin dediklerinde; “Ben ne istersem onu yerim diye
şart koşmuştum.” dedi. Sofra kalktıktan sonra hizmetçiye; “Demir tavayı
ateşte kızdır getir.” dedi. Hizmetçi söyleneni yaptı. Hâtim-i Esam
demir tavanın içine ayağını koydu ve; “Somun yedim.” dedi. Sonra
oradakilere;”Yarın kıyâmet günü yaptığınız her işten ve yediğiniz her
şeyden Allahü teâlânın sizden hesap soracağına inanıyor musunuz?” diye
sorunca, oradakiler “Evet.” dediler. “Diyelim ki, burası Arasat
meydanı, her biriniz sırayla gelip şu tavaya ayağınızı koyarak, burada
yediklerinizin hesâbını veriniz.” dedi. Bunun üzerine oradakiler; “Buna
gücümüz yetmez.” dediler. “Yarın kıyâmet günü Allahü teâlâya nasıl
cevap vereceksiniz. Arasat meydanının kızgın zemini üzerinde nasıl
duracaksınız? Halbuki Allahü teâlâ meâlen; “Her nîmetin şükründen
muhakkak sorulacaksınız.”
(Tekâsür sûresi: 8) buyurmaktadır.”
dedi. Bunun üzerine orada bulunanların hepsi ağlamaya başladılar.”


1) Tabakât-üs-Sûfiyye; s.91
2) Hilyet-ül-Evliyâ; c.8, s.73
3) Nefehât-ül-Üns; s.108, 116
4) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49.
Baskı) s.1084

5) Sıfât-üs-Safve; c.4, s.134
6) Hak Sözün Vesîkaları (2.baskı);
s.332

7) Tezkiret-ül-Evliyâ; c.1, s.221
8) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3,
s.185

  • Mayıs 2024
    P S Ç P C C P
     12345
    6789101112
    13141516171819
    20212223242526
    2728293031  
  • Blog Stats

    • 33.559 hits